Geleceğin “Zamanı” Üzerine

Öne çıkan

Her yerin karla kaplı olduğu bir kış gününde nereden yola çıktığı ve nereye gittiği belli olmayan bir trenin içinde buldum kendimi. Trende sadece ben varım. Ve bu tren kendi halinde, ortalama bir hızda ilerliyor. Pencere kenarında oturuyorum elbette. Güneşsiz bir aydınlık var dışarıda ve her yer kar beyazı. Yeryüzü yumuşak bir örtüye teslim olmuş durumda… Böyle bir ortamda neyin üstüne düşünürdünüz siz olsanız? Ben “geleceğin zamanı” üzerine düşündüm. “Geleceğin zamanı”nı düşünmek  için de tren yolculuğunu seçtim. Kendim için bazı konulara açıklık getirmem gerekiyordu.

tumblr_nj9rkyAizU1ssq9uio1_500.gif

Nereden yola çıktığı, nereye gittiği belli olmayan tren

Sordum; “Neden asıl ve en güzel şeylerin bizleri “geleceğin zamanın”da beklediğini düşünürüz? Gelecekte yaşanacak olanlar neden bu kadar umut ve heyecan vericidir?”

Evet, ben trendeyim ve dışarıda hava -20 derecelerde. Çok soğuk ve her yer acımasızca bembeyaz. Bu coğrafyada yaşama dair bulabildiğim şeyler solunan hava ve yeterince ısı olursa suya dönüşecek olan kar sadece. Diğer yaşam belirtisi şey ben değilim katiyen. Milyonlarca yıl önce yaşamış bir takım canlıların kömüre dönüşmesi gibi bir durum benimkisi. Bu eski model trenin yaktığı kömürden farksızım. Onun için kendimi yaşam belirtisi gösteren şeylerden saymıyorum.

 Bakış açımızı değiştirsek?

“Geleceğin “Zamanı” Üzerine” yazısını okumaya devam et

“Ee İnsan O Kadar Yalnız Bırakılırsa Ölür Tabi.”

“Yalnızlık nedir?” sorusunun cevabının yavaş yavaş delirmek olduğunu iliklerinize kadar hissetmek ister misiniz? O halde bir kitap önereceğim sizlere; Yusuf Atılgan’ın, küçük hacimli ancak maddi hacminden çok çok daha büyük olan romanı olan Anayurt Oteli’ni. Türk Edebiyatı’nda eşine az rastlanır bir konuya ve örgüye sahip olan bu eser aynı zamanda adeta bir toplumun aynası. Neden mi bu kadar iddialı sözler söylüyorum kitapla ilgili? Elbette kitabı okumadan tam olarak ne kadar haklı olduğumu farketmeyebilirsiniz; durun kızmıyorum bunun için size; ancak kitabı henüz okumadan da bu yazının bir okuru olarak hislerime ortak olacaksınız, buna inanıyorum ben. Bu çerçevede “yalnızlık ömür boyu” sözünün de bir roman karakteriyle ne kadar anlamlı bir biçimde buluşabileceğini görebileceksiniz.

Adından da anlaşılacağı gibi bir otelde geçer olaylar, küçük bir kasabanın konaktan otele çevrilmiş bir otelinde. Bir otele hapsolmuş bir kişinin, yani Zebercetin hikayesidir tanıklık ettiğimiz, belki de bilmediğimiz “bizim” hikayemiz. Zebercet ne ölü ne sağdır. Gözünü ilk açtığı ve aynı kaderi paylaştığı Anayurt Oteli’nde geçmiştir ömrü. Oteli yönetmektedir. Kendinizi bir otelde gelen gideni karşılayan bir kişinin yerine koydunuz mu? Yıllarca birçok kişi geliyor ve gidiyor. Kimse durmuyor. Geliyorlar ve gidiyorlar. Sizin hayatınız da bu insanlarla çok sınırlı bir zaman geçirmekten ibaret. Bu otelin küçük bir kasabada olduğunu düşünün bir de. Ve yıllarca orada olduğunuzu düşünün. Hayat ne kadar monoton olurdu değil mi? Zebercet karakteri gibi geçmişi travmalarla dolu bir çocukluğunuz da varsa…ve bu travmalar belki de bilinç düzeyine çıkarılarak da sorgulanmadıysa?

Zebercet, evet, hayatını gelip geçen müşterilerin hayatlarıyla ilgili detayları kurcalayarak anlamlı ve yaşanır kılmaya çalışan birisi. Hele, o otele geçikmiş Ankara Treni ile gelip bir gece konaklayan kadın yok mu? Dikkat ederseniz sadece “kadın” dedim, çünkü kadının ismi yok. Otele de kimliğim üstümde değil diyerek geliyor ve kalıyor. Zebercet için ve biz okurlar için önemli bir detay bu aslında. Daha sonraları da göreceğimiz gibi, bu kadın aslında Zebercet’in annesinin bir yansıması. Erkekler açısından en sevilen kadınlar neden annelerine bu kadar çok benzerler? Evet, bu gizemli kadın Zebercet’i dünyaya getiren kadının bir yansıması. Diğer taraftan Zebercet’in sonu annesinin yansıması dediğimiz bu kadın yüzünden oluyor desem? Bu kadının Zebercet’in kaldıramayacağı yükleri ona yüklediğini ifade etsem? Bir anne çocuğuna böyle kaldırılamayacak bir yük yükler mi? Gerçi bizleri dünyaya getirerek yüklerin en ağırını üstümüze yüklemiyorlar mı? Varolmanın dayanılmaz ağırlığını.. Otele gelen giden çok olur elbette. Zebercet klasik tabirle hancıdır, konaklaynlar da yolcu. Çok çeşitli tipte karakterle karşılaşırız bu sebeple. Mesela işlediği bir suçtan dolayı yakalanmaktan korkan kişi sürekli sorar;

+beni soran oldu mu?

-hayır efendim.

Olmadı kardeşim, seni soran kimse olmadı. seni kimse aramadı. Sen kimsenin umurunda değilsin. Evet suçlusun ve korkuyorsun, ama konuk olduğun yer Anayurt Oteli. Burada insanlar unutulur. Burada hep yalnızsınızdır. Buraya Zebercet’in ruhu sinmiştir. Büyük suçlulardan biriysen merak etme seni birgün enselerler; ama merak etme Anayurt Otelin’de değil.

Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor sizin anlayacağınız. Zebercet işte böyle biri. İntihar ederken bile yatağın kirlenmemesine dikkat edecek kadar, her günkü gibi traşını olup, takımını giyecek kadar takıntılı ve tekdüzeliği içselleştirmiş biri. Otele gelen bir adamla kadının sevişmelerinden çıkan sesleri kapıya giderek dinleyen Zebercet’in öfkesini de görebiliyoruz. Orada sakince gezinen kediye tekme atması boşuna değil, hemen ardından gidip otelin temizlikçisi kadınla ilişkiye girmesi. Bu otelde herşey o kadar sıradan ve rutin ki, temizlikçi kadının her sevişmede uyuyor gibi gösterilmesi bu rutinliği en çarpıcı şekilde ifade ediyor bize. Rutinin rahatlık olmadığını d burada görebiliyoruz; Zebercet neden hep uyuyorsun diye yakınıyor, neden hep uyuyorsun? Rutini boz diyordu Zebercet, artık bu durum hayatını çekilmez hale getirmişti. Onun için değil miydi o isimsiz kadına kafayı bu kadar takması? Bu şekilde bazı şeylerden kaçmaya çalışıyordu diyebilirz değil mi? Evet, Zebercet için eyleme geçme vaktiydi. Bir eylemin ertesini, sonuçlarını göze alabilirse ya da bunlara kayıtsız kalabilirse, insanın yapmayacağı şey yoktur, değil mi?

“Ben kaçamam bağlıyım burada ölülere konağa.” dese de, artık birşeylerin değişmesinin zamanı gelmişti. Artık otelin duvarlarındaki tablolardan, gelen gidenler hakkındaki ufacık bilgilerden beslenen dünyanın sonuna gelinmişti. Bu arada hizmetçi kadını öldürmüştür, kediyi öldürmüştür. Hotel açısından rutin olanlar teker teker dünyadan çekilmektedir. Sıra Zebercet’tedir. Bir otel odasında, kadının konakladığı odada ölmeyi tercih eder. Sağdır daha ama, her şey elindedir. ipi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilir… Bunlar onun için hala özgürlüktü; ama dayanılacak gibi değildi bu özgürlük.

Hayatı sonlanmıştı, yalan hayatı. Sinemaya gittiği genç çocukla konuşurken ifade edildiği gibi “ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak..” Artık susarak yalan söyleyecekti belki de. Çok yalnızdı Zebercet ve öldü.

“Ee insan o kadar yalnız bırakılırsa ölür tabi.”

Ortak kanıdır, yalnızlığın en çok hissedildiği yerlerin başında otel odaları gelir malum. Yatılan yatak, başımızı koyduğunuz yastık, örtündüğünüz battaniye ve diğer detaylar…  Bunların hiçbiri bizlere ait değildir ve oraya yabancıyızdır. İşte bu sebeple, konakladığınız oda sizin üzerinize gelir, adeta sizi boğar. Romanı tüm bu ön bilgilerle okuyunca anlamlar daha da derinleşti benim için. İnsan ister istemez kendisini kitabın içinde buluyor. Sorgulamay korktuğumuz detayları adeta yüzümüze çarpıyor. Karşı cins ile ufak bir ilgi alışverişinden sonra gelen yalnızlık da insanı depresyona ve intihara kadar götürebiliyor. Ne sinemaya gitmek ile kendinden kaçabiliyor ne de horoz dövüşlerini izleyerek. Otel orada muhakkak ki bir metafor. doymak bilmeyen açlığın, yalnızlığın güçlü bir tasviri. Zebercet’i çok iyi tanırız ancak aynadan kaçar gibi kaçarız ondan. Çünkü o Zebercet bizizdir. Kendimizle yüzleşmekten korkarız. Bu roman kendimizle yüzleşmemizi sağlıyor. Yusuf Atılgan’ın ilk baskısı 1973 yılında Ankara’da yapılan bu eseri hem yazar hem de Türk edebiyatı açısından çok fazla önem arzetmektedir. Gelecekte adından çok daha fazla söz ettireceği de öngörülebilir bir gerçektir.

Eyüp’ün Suçlu Yaşamı

Eyüp Başar ellili yaşlarının henüz başlarında olmasına rağmen yaşından epey büyük gösteren, hayatın bütün sıkıntılı süreçlerini yüzünde asılı kalmış hüzünlü ifadede ve yıpranmışlıkta taşıyan birisiydi. 1.65 metre boylarında, zayıf , hafif esmer tenli ve elaya çalan gözlerinden sürekli olarak çaresizlik emareleri saçılan eski bir mahkumdu.

Sekiz yıl kaldığı Ceyhan Hapishanesi’nden dört yıl kadar önce çıkmış, boşluğa düşmüş ve hayata hapishaneye girmeden önceki son yerden devam etme imkanı bulamamıştı. İstemediği halde hayatının en büyük kırılmalarından birini yaşamak zorunda kalmıştı.

Hapishanede, verilen cezayı çektikten sonra kanun nezdinde artık ”ıslah” olmuştu ve salıverilmişti. Neyin cezasını çektiğini ise yakın çevresi dahi kimse bilmiyordu, ona göre ise bütün bu yaşananlar yanlış anlaşılmaktan kaynaklanıyordu.

Hapishaneden çıkan Eyüp’ün içeride geçirdiği ile özgür insanların dışarıda geçirdiği sekiz yıllık zaman aynı uzunlukta olmasına rağmen, hapishaneden çıktığında dışarıdaki akışın çok daha hızlı ve hesapsız olduğunu farketti. Zaman devinimin ölçü birimiyse, dışarıda da devinim daha fazlaysa, zamanın dışarıda daha hızlı aktığına şaşmamalı insan elbette. Ve dışarının fazlasıyla değişmesine de.

İnsan yaşamak zorunda bırakıldığı yeri bir süre sonra ister istemez benimsiyor ve orayı zaman içinde sevmeye başlıyor. Hiç planlı olmayan bir şekilde hapishaneye düşen Eyüp de büyük ve tehlikeli suçlularla dolu Ceyhan Hapishanesi’ni benimsemiş ve sevmeye başlamıştı. İnsan neden bir yeri veya oradaki kişileri sever? Aslında hayatını kolaylaştırmak için. Eyüp de o yeri hayatını kolaylaştırmak için sevmişti muhtemelen.

Peki, aslında bu zoraki olarak sevilen yerde zaman nasıl geçer? Eyüp için, çeşitli suçlar işlemiş ve ardından hapsedilmiş insanları daha fazla sevme çabasıyla geçiyordu. Peki, suçluları sevmeye başlaması Eyüp’ün topluma ve toplumsal değerlere sırtını döndüğü anlamına mı gelirdi? Toplum ona “suç işlediği” için sırtını dönmüştü zaten. Eyüp bu şekilde topluma karşılık mı veriyordu?

Peki, Eyüp’ün de büyük suçlular tarafından sevilmesi ve takdir edilmesi onu daha suçlu biri mi yapardı? 35 kişilik C-15 koğuşunda zaman bu sorgulamalarla geçiyordu.

Eyüp; hapishaneye nasıl alıştıysa ve oradaki yaşamı yıllar içinde içselleştirdiyse, sekiz yılın ardından, dışarıdaki yeni yaşama da alışmalıydı. Ve yeni özgür yaşama bıraktığı yerden değil, insanların yaşamı getirdikleri noktadan uyum sağlaması gerekiyordu. Dışarıdaki yaşam ise o hapse girmedenki halinden daha acımasızdı. Belki de o daha savunmasızdı.

Eyüp çıktığında, onu hapishaneye atan toplumun ve devletin sekiz yıllık süreçte daha suçlu bir noktaya geldiğine kanaat getirdi. Bazı insanlar toplum ve devlet tarafından suçlarından arınsın diye hapishanelere gönderilirken büyük kitleler aslında suçu daha fazla içselleştirmişti. Belki de bu sebeble dışarıdaki hayat da toplum tarafından hapishaneye çevrilmek isteniyordu.

Tüm bu gördüklerinden sonra bir hayli öfkelenen Eyüp, içeride geçirdiği yılların kendisinden çalındığını ve dışarıdaki bütün insanların kendisine borçlu olduklarını içten içe düşünmeye başladı. Bu yoğun hissiyat onun yeni hayatına başlama sürecini biraz daha sancılı yapacaktı.

Adana’nın bir kenar mahallesinde kendisinden 10 yaş kadar küçük eşiyle yaşarken hapishaneye düşen Eyüp’ün yaşamı artık eşi olmadan devam edecekti. “Büyük aşk” iddiasıyla başlayan ilişki, eşinin onu hapishanede ilk günlerden itibaren ziyaret etmeyi bırakmasıyla sona ermişti. Daha sonra hapishane yetkililerini de araya sokarak eşine ulaşan Eyüp; eşinin ayrılmak istediği haberini aldı ve epey sarsıldı. Kendisinden genç ve güzel olan bir kadının yıllarca onun hapishaneden çıkmasını beklemesinin de bencillik olacağını düşünmüştü. Bir de eşi yüzünden aklı hep dışarıda kalacaktı ve hapishane hayatı onun için daha da zorlaşacaktı. Bu duyguyla, eşinin ayrılma isteğine fazla direnmedi.

Özgürlüğüne kavuştuğunda onu hapishaneden tanıştığı ve daha önce özgürlüğe kavuşan iki arkadaşı karşıladı.Yıllarca çalışarak biriktirdiği para ile yaptırdığı küçük müstakil evi boşanma sırasında eşine devrettiğinden hapishaneden çıktığında kalacak bir yeri yoktu. Bu vefalı arkadaşları dönüşümlü olarak Eyüp’e kalacak yer verdiler, onunla ekmeklerini paylaştılar.

Daha sonra bütün iş arayışlarına rağmen sabıkalı olması sebebiyle bir iş bulamadı Eyüp. Hapishanede yıllarca tutularak ”ıslah” edilen birinin, normal yaşama geçme çabaları Eyüp’e göre suçu içselleştirmiş olan toplumun bariyerleriyle karşılaşıyordu. Öyle bir zaman geldi ki Tanrı’ya bile öfkelenmeye başladı. Bu öfkeyi çaresizlik olarak değil panzehir olarak görülmesi gerektiğine inandı.

Özgürlüğünün üçüncü ayında arkadaşının bir tanıdığının teklifiyle Söğütlü köyünde bir tavuk çiftliğinde çalışmaya başladı. Görevi tavukları yemlemek, sulamak ve yumurtaları toplamaktı. Yaklaşık dört yıl kadar bu işi sürdürdü. Bu çiftlikte yaşamı hapishane öncesini ve hapishane anılarını düşünerek geçti. Hüzünlüydü. Hüznünde umut ışıkları da yok değildi. Dolayısıyla pişmanlık yaşamamıştı.

Dört yıllık çiftlik işini sadece “ayrılıyorum” sözü ile sonlandırdı. Toplumu cezalandırmaya gittiği söylendi. Belki de bir kez daha kendisini.